Üç Harflilerin Gölgesi

Yıl 1998. Yozgat’ın kırsalında, haritaya bile zor giren eski bir köy: Karagedik. Köy, geceleri sanki başka bir boyuta açılırmış gibi sessizleşir, rüzgâr bile ürkek eserdi. Ahali, akşam ezanından sonra dışarı çıkmaz, özellikle “Eski Değirmen” tarafına yaklaşmazdı. Çünkü orası, vaktiyle bir hocanın “bağladığı” cinlerin musallat olduğu yerdi. En azından köylüler öyle derdi...

O yaz, İstanbul’dan köye gelen 19 yaşındaki Mehmet, tüm bu anlatılanları saçma buluyordu. Şehirliydi, mantıkla büyümüştü. Gözle görmediği şeye inanmazdı. Dedesi Hüseyin Dede’nin evinde kalırken, köydeki “cinli değirmen” masallarına sadece gülerdi. Ama bir gece... her şey değişti.

Temmuz’un o bunaltıcı gecesinde, Mehmet bir iddiaya girdi. Üç kuzeniyle birlikte sohbet ederken, konu yine cinlere geldi. Kuzeni Erhan, “Eğer gerçekten cesursan, gece yarısı Eski Değirmen’e git, bak bakalım bir şey olacak mı?” dedi.

Mehmet hemen atladı:
“Ne var bunda? Giderim, selfie bile çekerim orada.”
Köylüler arasında "cin çağıran yer" olarak bilinen o değirmene gece vakti gitmek, delilikti. Ama Mehmet deliliğe pek yakındı.

Gece saat 01.30’da, dedesinin evinden gizlice çıktı. Yanına sadece telefonunu aldı. Ay ışığı zayıftı, rüzgâr neredeyse tamamen durmuştu. Değirmen, köyün dışında, çam ağaçlarıyla çevrili bir vadinin içindeydi. Yol boyunca kurbağa sesleri, uzaklardan gelen köpek ulumaları, Mehmet’in cesaretini yavaş yavaş kemiriyordu.


Değirmene vardığında, yapının harap halini gördü. Çatısı çökmüş, kapısı yarı açık, içeriye girmeye adeta davet eder gibiydi. İçeri adımını attığı anda bir serinlik hissetti. Hava neredeyse buz gibiydi. Telefonunun fenerini açtı. Değirmen taşının hemen yanına geldiğinde, yerde eski Arap harfleriyle yazılmış bir muska buldu. Merakla eğilip aldı.

Muskayı açtığı anda… içeri bir uğultu doldu. Sanki yerin altından gelen bir iniltiydi bu. Fener bir anda söndü. Mehmet panikle yeniden açmaya çalıştı ama telefon donmuştu. Sonra...

“Git…”

Çok net, çok yakından gelen fısıltı gibi bir ses duydu. Arkasını döndü. Kimse yoktu.

“Git dedim…”

Bu kez sesi ensesinde hissetti. Kalbi deli gibi atıyordu. Tam kaçmaya yeltenirken değirmen taşının arkasından biri — ya da bir şey — çıktı. Boyu kısa, sırtı kamburdu. Gözleri bembeyazdı, göz çukuru yok gibiydi. Ağzı ise kulaklarına kadar yırtıktı. Mehmet çığlık atmaya çalıştı ama sesi çıkmadı. Vücudu felç olmuştu sanki.

Yaratık birden yok oldu. Ama bu sefer duvarların içinden başka sesler gelmeye başladı. Fısıltılar, ağlamalar, Arapça sureler ve küfürler birbirine karıştı. Mehmet kendini dışarı attı, delirmiş gibi koşmaya başladı. Gözleri kararmaya başladığında, ayağı taşa takıldı ve bayıldı.

Onu sabah çobanlar buldu. Baygın halde, elleri muskaya sımsıkı sarılıydı. Köye getirildiğinde titriyordu, konuşamıyordu. Gözleri bir noktaya sabitlenmişti. Günlerce sayıkladı:

“Geldi… muskayı bozdu… şimdi hepsi serbest…”

Hocayı çağırdılar. Hoca, muskaya baktıktan sonra bir an dondu. “Bu mühür... çözüldüyse, artık çok geç...” dedi.

O günden sonra Mehmet bir daha eskisi gibi olmadı. Geceleri konuşmaya başladı, farklı seslerle. Bazen kadın sesiyle, bazen bir çocuk gibi ağlayarak. Gözleri zaman zaman simsiyah olurdu. Sonunda onu Ankara’da bir akıl hastanesine yatırdılar.

Ama ne gariptir ki... değirmen geceleri tekrar çalışmaya başladı. Köyün çobanları uzaktan dönmeye başlayan taşın sesini duyduklarını söyledi. İçeriden Arapça sureler okunduğunu iddia edenler bile oldu.

Köylüler o günden sonra, Eski Değirmen’in olduğu yola toprak döktü, girişi taşlarla kapattı.

Ama bazen, ay ışığının vurduğu gecelerde... birinin orada hâlâ gezindiğini söylüyorlar.

Ve fısıltı tekrar yankılanıyor rüzgârla:

“Git… git dedim sana…”

Yorum Gönder

0 Yorumlar